Geçmişe dair bilimsel incelemelerin dışında bırakılan "gizli tarih" ve "egzoterik bilgi" gibi kavramlar, tarihsel gerçeklikten çok, mistik ve gizemli bir havada sunuluyor. Bu tür bilgiler, geleneksel akademik araştırmaların dışında kalıyor ve genellikle şifreli, ulaşılması zor ya da yalnızca belirli bir zümreye açık bir bilgi biçiminde pazarlanıyor. Ancak bu sunum, tarihsel gerçekliğin kendisinden ziyade, insanların geçmişe olan romantik ilgisi üzerinden şekilleniyor.
Bu tür kavramlar, çoğunlukla belirli nedenlerle yakın sayılan "dişil" veya “annelik" gibi kelimelerle harmanlanarak günümüzün popüler söylemlerine adapte ediliyor. Bununla birlikte, bu yaklaşım yüzeysel olarak cinsiyet eşitliği mücadelesine katkıda bulunuyor gibi görünse de aslında toplumsal cinsiyet eşitliğine zarar veriyor. Çünkü bu tür kavramlar, modern zamanların dişil güçlerini yüceltirken, erkek egemenliğiyle ilgili sorunların çözümünden çok, bu ikilikleri daha da derinleştiriyor.
Günümüz tartışmalarında eril ve dişil kavramlarının bir arada kullanılması sıkça karşılaşılan bir durumdur. Ancak bu iki kavram arasındaki ilişki, genellikle bir oksimoron oluşturur; yani bu kavramlar, zıt niteliklere sahip oldukları için bir araya getirildiklerinde anlamsal çelişkiler doğar. Örneğin, eril bir yaklaşım genellikle güç, kontrol ve otorite ile ilişkilendirilirken, dişil bir yaklaşım daha çok şefkat, bakım ve duygusallıkla özdeşleştirilir. Bu iki zıt kavramı bir arada sunmak, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaktan ziyade, bu eşitlik mücadelesini daha karmaşık hale getirir.
Bu süreçte, "ataerkil" yani erkek egemen bir çizgiden farklı bir gerçeklik yaratıldığı iddiası, tarihi sadece geçmişte kalmış bir şey olarak görme yanılgısını doğurur. Irkçı veya üstünlükçü söylemler, eril bir içeriğe sahip olduğu gerekçesiyle toplumsal tartışmalardan dışlanırken, dişil unsurların yüceltildiği bir ortamda, farklı bir tahakküm biçimi oluşur. Post-truth dönemi, bu tarz karmaşık kavramları ele alırken, olayların özüne dair derinlemesine bir eleştiri sunmadığından, ortaya çıkan söylemler, sadece kavramsal düzeyde bir ikiliğe indirgenir.
Post-truth, meseleleri çoğu zaman yüzeysel ve kavramsal düzeyde ele alır. Bu durum, bir kavramın kökenine dair yeterince derinlemesine bir sorgulamanın yapılmamasına neden olur. Örneğin, toplumsal cinsiyet eşitliği meselesi, eril ve dişil kavramların birbiriyle karşıtlık içinde sunulduğu bir dikotomi (ikilik) ile ele alınır. Ancak bu, sorunun çözümüne katkıda bulunmak yerine, farklılıkların aşırı basitleştirilmesiyle son bulur. Eril tahakkümün sadece eril olduğu için eleştirilmesi ya da dişil unsurların salt dişil oldukları için yüceltilmesi, kavramların özünü anlamamızı engeller.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, eril veya dişil bir kavramın doğrudan olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirilmemesidir. Bir kavramın toplumsal gerçeklik üzerindeki etkilerini doğru anlamak için, o kavramın tarihsel, sosyal ve kültürel kökenlerine inmek gerekir. Ancak post-truth dönemi, bu kökenlere dair anlamlı bir eleştiri getirmediği için, farklı kavramlar bir süzgeçte eritilerek toplumsal tartışmalara yüzeysel bir katkıda bulunur. Böylece eril veya dişil addedilen birçok içerik, bağlamından koparılarak bir ikilik içinde sunulmuş olur.
Özellikle annelik gibi kavramların "toplam bir iyilik" içinde sunulması, ilk bakışta ataerkil topluma karşı bir duruş gibi görünebilir. Ancak bu tür yaklaşımlar, toplumsal cinsiyet eşitliğine zarar verebilir. Çünkü toplumsal cinsiyet rolleri, sabit ve değiştirilemez roller olarak yeniden üretilir. Annelik, kutsal ya da üstün bir rol olarak sunulduğunda, kadınların diğer toplumsal alanlardaki rollerinin göz ardı edilmesine yol açabilir. Bu da dişil değerlerin yüceltilmesi gibi görünen bir söylemin, aslında toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesine zarar verebileceği anlamına gelir.
Muhafazakar çevreler, bu tür dişil değerleri kullanarak modernizmi gelenekselleştirme eğilimindedir. Bu, kadınların belirli rollere sıkıştırıldığı bir toplumsal yapı yaratır ve cinsiyet eşitliği mücadelesini baltalar. Öte yandan radikaller, bu dişil değerlere karşı antitezler geliştirerek toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine daha sert tartışmalar başlatır. Her iki yaklaşım da eril ve dişil kavramları aşırı uçlara çekerken, bilimsel gerçekler ve toplumsal kazanımlar bu tartışmaların gölgesinde kalır.
Sorun ne eril ve dişil kavramlar arasındaki karşıtlıklarla ne de bu kutupları tamamen yok saymakla çözülebilir. Sosyal bilimler, toplumsal cinsiyet eşitliği ve diğer toplumsal konulara dair daha kapsamlı bir analiz yapmalıdır. Tüm bileşenler döngüsel bir şekilde ele alınmalı ve bu doğrusal düşünce yapısı araçsallaştırılmalıdır. Böylece meseleler, sadece eril veya dişil kavramların karşıtlığı üzerinden değil, daha geniş bir perspektiften değerlendirilir.
Sonuç olarak, toplumsal cinsiyet ve ilgili kavramlar üzerinde sürdürülen tartışmaların özünde, kutuplaşmadan kaçınmak ve meselelere bütüncül bir yaklaşım getirmek gereklidir. Ne eril ne de dişil kavramlar salt olumlu ya da olumsuz olarak ele alınmalı; bunun yerine tarihsel, kültürel ve sosyal bağlamları dikkate alarak analiz edilmelidir. Bu, bilimsel gerçekliğin ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin daha sağlam temellere oturmasını sağlayacaktır.
Comments